Antik dünyanın ilk hayvanseverler derneği: Pantheon

Ne zaman insanlarla hayvanların ilişkisi hakkında konuşulmaya başlansa, söze hep insanın üstün, hayvanın da onun altında bir yerlerde olduğunu ima eden cümlelerle başlanır. Ancak bu yanlışa tekrar düşmeyin diye size çok basit bir bilgi vermek istiyorum; şaşıracaksınız ama insan da bir hayvandır.

Hayvanlar, ‘Animalia’ yani Hayvanlar Alemi olarak bilinen bir taksonomik sınıf altında bulunan canlıların tamamına verilen isimdir. Taksonominin bu seviyesinde, Hayvanlar Alemi haricinde geleneksel olarak üç alem daha bulunur: Bitkiler Alemi, Mantarlar Alemi, Protistalar Alemi. Bunların hiçbirine dahil olmayan canlılar ise Prokaryotlar (Bakteriler ve Arkeler) altında toplanır. Bir canlının bu gruplardan hangisine dahil olduğu, sahip olduğu özelliklere göre belirlenir. Dolayısıyla biyolojide -ve genel olarak bilimde- hayvanlar, diğer tüm organizma kategorileri gibi belli başlı özelliklerine göre tanımlanırlar. Mesela hayvanlar; çok hücrelidirler, kendi enerjilerini üretemezler; bunun yerine enerjilerini diğer canlıları tüketerek alırlar, neredeyse istisnasız olarak eşeyli ürerler, yaşamlarının en azından bir bölümünde aktif olarak yer değiştirme kabiliyetine sahiptirler ve vücutlarında bulunan sinirler sayesinde dış uyaranlara hızlı tepkiler verebilirler. Buyurun, aranızda ben bu özelliklere uymuyorum diyen varsa hayvanlığından hemen istifa edebilir.

Elbette insan, antropolojik ve sosyolojik bir varlık olarak da tanımlanmaktadır. Hiç kimse insan beyninin büyümesinin basamaklarından biri olan ileri düzey alet kullanımı sayesinde inşa ettiği sıra dışı medeniyetleri görmezden gelemez. Ancak bir türün medeniyetler inşa etmesi, onun biyolojik olarak diğer türlerden bağımsız bir canlı olması için ne yeterli ne de geçerli bir kriterdir (meraklıları için bkz: https://evrimagaci.org/insan-hayvan-midir-turumuzun-hayvan-atalari-ve-taksonomik-konumu-7536).

İNSAN HAYVANININ DÜNYADAKİ YOLCULUĞU

E hayvanlığımızı peşinen kabul ettikten sonra, şimdi gönül rahatlığıyla diğer hayvanlarla ilişkilerimizin geçmişine doğru bir yolculuğa çıkabiliriz artık. İnsan yani genel adıyla homo, bir aleti bilinçli şekilde üretmekle ortaya çıkmış bir türdür. Yaklaşık 4.5 milyon yıl önce tahminen bir iklim değişikliği sonrası uzayan otların arasında hayatta kalmak için iki ayak üzerine dikilen homininiler’in (insanımsılar) boşa çıkan elleri, önce etrafta bulduğu nesneleri bir alet olarak kullanır. Bu gelişim yaklaşık 3.3 milyon yıl önce taştan aletlerin bilinçli üretimine yol açar ve böylece insan hayvanının dünya üzerindeki yolculuğu başlar.

İnsanlar hem bitkisel hem de hayvansal besinlerin içerisinde bulunduğu, çok çeşitli besinlerle beslenen hepçillerdir. Bu beslenme biçimi bizi ait olduğumuz grup içinde özel bir yere koysa da aslında diğer hayvanlarla ilişkilerimizi belirleyen ana ögelerden birisi olur. İlişki şu şekilde kurulur; kullandığımız alet gelişinceye kadar leşçil olmak yani başka hayvanların avlarından arta kalanları tüketmek, aleti geliştirdikten sonra ise gücümüzün yettiği -avlayabildiğimiz- hayvanları yiyip, gücümüzün yetmediğine bizzat yem olmak. Yaklaşık 3 milyon yıldan fazla süre boyunca bu durumun değişmeden sürdüğünü söyleyebiliriz.

Keskin-sivri dişler, güçlü çene, hızlı ayaklar, kanatlar, ağaç üzerinde yol almayı sağlayan güçlü kollar veya gece görme kabiliyeti gibi başka hayvanlarda olan organ, uzuv ve yeteneklerin hiçbirisine sahip olmayan, aciz ve güçsüz insan, tarihi boyunca büyük beyni ve adaptasyon yeteneği sayesinde hayatta kalırken diğer hayvanları gözlemiş, onlardan korkmayı, onlara saygı duymayı hiç bırakmamış olmalıdır. Üst Paleolitik Çağ Avrupa mağara resimlerinde, kaya kabartmaları ve taşınabilir sanat eserlerinde hemen her halleri özenle betimlenmiş hayvan temsilleri bu duruma en güzel örnekleri oluşturur.

Sinek ısırığını yalayan bizon, Madeleine Kaya Sığınağı. MÖ 15.000 Fransa

Keskin-sivri dişler, güçlü çene, hızlı ayaklar, kanatlar, ağaç üzerinde yol almayı sağlayan güçlü kollar veya gece görme kabiliyeti gibi başka hayvanlarda olan organ, uzuv ve yeteneklerin hiçbirisine sahip olmayan, aciz ve güçsüz insan, tarihi boyunca büyük beyni ve adaptasyon yeteneği sayesinde hayatta kalırken diğer hayvanları gözlemiş, onlardan korkmayı, onlara saygı duymayı hiç bırakmamış olmalıdır. Üst Paleolitik Çağ Avrupa mağara resimlerinde, kaya kabartmaları ve taşınabilir sanat eserlerinde hemen her halleri özenle betimlenmiş hayvan temsilleri bu duruma en güzel örnekleri oluşturur.

DOĞAYLA MÜCADELEDEN DOĞAYA MÜDAHALEYE

Önceki yazılarımızda sıklıkla bahsettiğimiz üzere yaklaşık 26 bin-23 bin yıl önce ısınmaya başlayan hava, Yakındoğu insanlarını, özellikle de Levant kıyı şeridinde (Suriye, İsrail, Lübnan, Ürdün vs.) ve Zagros-Toros kesişiminde (Kuzey Mezopotamya) yaşayanları, kapalı alanlardan, mağara ve kaya sığınaklarından dışarı itmiş, açık alanda yaşam biçimlerini geliştirmelerine ön ayak olmuştur.

Dünyanın geri kalanının aksine, dışarı taşınan bu insanlar, ısınan hava ve artan yağış ile birlikte bulundukları bölgelerdeki olumlu iklimsel koşullar sayesinde, yaşam alanından çok uzaklaşmadan besin ekonomilerini yönetebildikleri için aynı yerde gittikçe daha uzun süre kalmayı başardılar. Önce bir iki hafta, sonra bir ay, sonra birkaç ay ve nihayetinde dönüşümlü de olsa birkaç mevsim yer değiştirmeden yaşamak en azından 3 milyon yıldan fazla süren göçebe yaşam tarzının sonunun geldiğinin habercisi. Arkeologlar tarafından Epipaleolitik adı verilen bu zaman dilimi kendisinden sonra gelen Neolitik Devrim’in hazırlık süreci olarak görülmektedir. İnsanın doğayla olan mücadelesi yavaş yavaş doğaya müdahaleye dönüşmeye başlayacaktır. E yaşantımız böylesine değişecek de diğer hayvanlarla olan ilişkimiz aynı mı kalacak? Tabii ki mümkün değil sevgili okuyucu. Sizi yarı göçebe Yakındoğu insanlarının ilk evcil arkadaşıyla tanıştırmaktan gurur duyarım; köpek. Tartışmalar devam etse de bilim camiasında ağırlıklı olarak, ilk evcilleştirilen köpek türünün bugünkü Anadolu Çoban Köpeğinin atası olduğu düşünülmektedir.

İNSAN VE HAYVAN ARASINDA AST-ÜST İLİŞKİSİ

Köpeklerle olan bu yakın ilişkimiz Neolitik Çağ’da da devam eder. Yerleşik yaşamın verdiği imkanlar ve bir hayvanı evcilleştirme yolunun diğer hayvan türlerinde de işe yaradığının anlaşılması, başta domuz olmak üzere zamanla koyun, keçi, sığır gibi besi hayvanlarının da ailemize katılmasına yol açacaktır. Evet koruma-korunma ve beslenme gibi ihtiyaçlar bazı hayvanlarla daha sıkı fıkı ilişkiler kurmamıza yol açmış açmasına ama ya vahşi olan diğerleri ne oldu? Onları köyümüzde tutup besleyemiyoruz diye yok mu sayacağız, ilişki kurmaktan vaz mı geçeceğiz? Göçebe hayatımız değişmiş olsa da ne dişlerimiz sivrildi ne çenemiz güçlendi ne hızımız arttı ne de uçabilmeyi başardık. Bu nedenle önceki gibi hâlâ bu hayvanlardan korkmaya ve onlara saygı duymaya devam ediyor olmalıyız. Hatta aralarından bazılarına özendiğimiz de rahatlıkla söylenebilir. Bu sebeple yeni yerleşik köylerimizde, bu ilişkiyi göstermekten hiç de geri durmamışız. Bazı hayvanları olduğu gibi sanat ve zanaat eserlerimize taşırken, bazılarının şekline bürünmüş, kimileriyle birleşmiş, kimilerini kendi yerimize koyarak betimlemeyi tercih etmişiz.

Neolitik dönem köpek mezarı, Demirköy Höyük.

Evcil hayvanların yanına bir de bitkileri kültüre alınca, insana bir şeyler olmuş, bir haller gelmiş olmalı ki Neolitik Çağ’ın sonlarında, insan-hayvan ilişkisinde yeni bir yaklaşımla, ilk defa bir ast-üst ilişkisiyle karşılaşırız. Doğadaki hayvanlardan birisi –hatta besin zincirinde altlarda olan birisi– olduğunu bilen insan, çevresindeki hayvanlardan zincirin en üstünde gördüğü hayvana hükmeden bir karakter yaratmaya başlamıştır. Bugün, Potnia Theron (Hayvanların Efendisi) olarak adlandırdığımız bu yaklaşım, Neolitik Çağ’dan Orta Çağ’ın sonlarına kadar çeşitli şekillerde kendisine yer bulmuş görünmektedir. Anadolu’da, Mezopotamya’da, Mısır’da ve Akdeniz coğrafyasında, doğanın hakimiyetini bir “Ulu’ya” veren bu yaklaşım zamanla kahramanlarla hayvanların güç mücadelesini anlatan öykülere dönüşerek gelişmiş, vahşi hayvanlarla yapılan mücadelenin, onlara üstün gelmenin, insanın en üstün olanlarına bahşedilen bir gücü temsil ettiği efsanelere dönüşmüştür. Yani insanın gücünün belgelenmesi, vahşi doğaya ne kadar üstün olduğuyla ölçülür görünmektedir.

Gılgamış Gök Boğa’yı öldürüyor. Pişmiş toprak kabartma, MÖ 2200-1900

HAYVANLARIN TANRILAŞTIRILMASI

Özellikle din kavramının ortaya çıkmasıyla, doğaya hükmetme işi bir “Ulu’dan” bir kahramana devrolmuş, insan basit bir hayvan olarak doğadaki mücadelesini kendi başına sürdürmek durumunda kalmıştır. Artık ilahlar; evrenin yaratılışı, evrenin düzenlenmesi, insanın yaratılışı gibi daha önemli problemleri çözmek için uğraş vereceklerdir.

Bu süreçte hayvanlarla farklı bir ilişki kurabildiğini gösteren ilk yazılı kültür Mısır Uygarlığı’dır. İnanç dünyalarında ve mitolojilerinde çeşitlilik çok olmasa da hayvanlar önemli bir yer tutar ve kimi ilahlar hayvanlarla ilişkilendirilmeye, onlarla temsil edilmeye başlanır. Genellikle köpek/çakal kafalı bir adam olarak tasvir edilen mezarların koruyucusu ve yeraltı dünyasının rehberi Anubis, Kelaynak (İbis) başlı bilginin, sanatın ve yargının koruyucusu Thoth ve Şahin başlı Horus bu durumun en net örneklerini oluştururlar. Mısırlılar, hayvanların kendilerine has duygu ve davranışlarını, insanların dünyasıyla ilişkilendirerek onlara anlam yüklemekle kalmamış, en önemli tanrı ve tanrıçalarını bu hayvanlarla bir tutarak bir nevi hayvanların bazılarını tanrılaştırmışlardır.

Thoth, Anubis ve Horus. Papirüs, Berlin Neues Müzesi.

Mısır Uygarlığı’nda görülen bu yaklaşım birkaç kültürde daha kendine yer bulur ancak inanç dünyası ve mitolojiye yansımış insan hayvan ilişkisinin en şaşalı örneğini, bugün batı medeniyetinin temellerini oluşturan, Ege Denizi kıyılarında oluşup oradan tüm dünyaya yayılmış Helen kültüründe buluruz.

Helen kültürü, kendisinden önceki uygarlıkların tanrı-tanrıçalarını, kahramanlarını, suçlularını ve efsanelerini bir potada eritip; üstüne çağının özelliklerini, gelişen sosyal ve siyasal yaşantısını, teknolojiyi, bilimi, felsefeyi ekleyerek yeni bir mitoloji yaratmayı başarırken, bu eski-yeni öyküde belki de daha önce hiç karşılaşmadığımız türde bir başrolü hayvanlara vermeyi başarır. Evet hayvanlar ister evcil ister vahşi olsun hâlâ bir besindir, hâlâ bir korku ve saygı figürüdür, kimi hayvanların güzellikleri nadir soylarında yatarken, kimisinin yüzlercesinin çevremizde olması başlı başına önemlidir. Hayvan betimleri hâlâ sanatta önemli bir yer tutar ve evet kahraman olmak istiyorsanız hâlâ hayvanların en güçlüsüyle, en tehlikelisiyle mücadele etmek zorundasınızdır. Hatta bazen bu hayvanlar birleşmiş,başkalaşım geçirmiş, daha önce görülmemiş derecede ürkütücü formlara bile dönüşmüş olabilirler. Bazılarını yenmek, bazılarını ehlileştirmek bazılarını da tanrılara kurban etmek zorunda olsanız bile Helen kültüründe tüm bunlar insanların işidir, ilahların değil.

İlahlar, yani tanrı ve tanrıçaların, nam-ı diğer Helen Pantheonu’nun hayvanlarla ilişkisi insanlardan farklıdır. Bu çağın insanları, belki de doğadaki kendi yerlerini-doğanın gücünü bilerek; öykündükleri, korktukları ve saygı duydukları hayvanları kendilerinden üstün tutarak, tanrı ve tanrıçaları ile eşit görmüşlerdir. Hayvanlar her daim tanrı ve tanrıçaların yanında olmuş hatta bazen sırf onların varlığı bile, ortada bir ilahi güç olduğunu göstermeye yetmiş görünür.

Herakles ve Nemea Aslanı. Peter Paul Rubens

Mitoloji seven okuyucularımız iyi bilir, Helen Pantheonu’nda tanrıları-tanrıçaları simgeleyen, çoğu zaman onların yerine geçen göstergeler meşhurdur. Atribü/atribüt adı verilen bu göstergeler, kimi zaman bir nesne, kimi zaman bir doğa olayı çoğunlukla da bir hayvan olarak betimlenir. Günümüzde bir bıyığın bir siyasi görüşü, bir şapkanın belirli bir kişiyi temsil etmesi gibi, ikon haline dönüşmüş bu göstergeler, Helen sanatı ve edebiyatında tanrı ve tanrıçaları en kısa yoldan gösterme-anlatma aracı olarak kullanılırlar.

Pantheonda yer alan karakterlerin tümünün çok sayıda atribüsü bulunmakla beraber, bunların en belirginleri, karakteri en iyi temsil edenleri genelde hayvanlar olmaktadır. Geçmişten günümüze sanatta kendine oldukça önemli bir yer bulan Helen Mitolojisi için çeşitli sanatçılar, bu atribüleri kendince yorumlamış, bazılarını modern zamanlarda daha ön plana taşımışsa da en azından Antik Çağ’da hayvan temsillerinin başı çektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Haydi gelin bunların bazılarına birlikte göz atalım.

ANTİK ÇAĞ’DA HAYVAN TEMSİLLERİ

Pantheonun baş tanrıçası Hera tavus kuşu ile gezerken, etrafta uçuşan bir baykuş ise akıl ve stratejinin tanrıçası Athena’yı işaret eder. Yanlarında Aphrodite ile birlikte girdikleri güzellik yarışması, çağlar boyunca bu hayvanların, güzellerin yanında durduğu betimlerle temsil edilmiştir. Hatta aynı zamanda sanatın tanrıçası olan Athena’nın baykuşu, bugün sanat eğitimi veren kuruluşların birçoğunun simgesi-logosu olmaya hâlâ devam etmektedir.

Yine Aphrodite’nin aşkı simgeleyen güvercini ile Artemis’in kutsal geyiğini nice önemli öyküde baş köşede görebiliriz. Mesela tanrıların kurban edilecek bir insanın yerine bir hayvan yollaması öykülerinin en eski örneklerinden birisi, Troya’ya savaş için yola çıkacak gemilerin sakin bir denizde gitmesi amacıyla Agamemnon’un kızı İphigeneia’nın kurban edilmek istenmesi efsanesidir. Artemis kızı sunaktan yanına alıp, yerine güzel bir geyik bırakmıştır.

Üç başlı bir köpek görseniz gözleriniz hemen Hades’i ve onun ürkütücü ölüler ülkesini arar. Yeraltının kapılarını koruyan bu köpeği kim geçip yeniden hayata dönebilir ki? Ya bir yunus balığı veya denizatı çıksa karşınıza, etrafta bir yerde elinde üç çatallı bir yaba (trident) ile gezen güçlü bir adam olması lazım değil mi? Tridenti yere vurarak depremler yaratan deniz tanrısı Poseidon elbette balıklar ve su canlıları ile gezecektir.

Bir parsa binmiş şekilde veya aslanların çektiği bir arabayla, İran’dan Roma’ya, Thebai’den Afrika’ya gezen, yollarda korosuyla güçlü şarkılar söyleyerek, üzümü ve şarabı yani doğanın gizemlerini insanlarla buluşturan Dionysos’a ne demeli? Vahşi hayvanların-ormanların kralı bile onun yanında uysal bir kedicik değil mi?

Gelelim baş tanrımız Zeus’a. Bugün o her ne kadar bir şimşek demetiyle kendini gösterse de Antik Çağ’ın tamamında, sahnede yer alan bir kartal, göklerin hakimi tanrının olayın içinde hatta başrolde olduğunu anlatmaya yeterdi. Zeus isterse kartalına biner, isterse birini bindirip kaçırır, isterse de rakibinin ciğerini kartallarına yedirirdi.

Zeus’un çapkınlıklarını ne yapacağız? E tabi insan baş tanrı olunca gücü ve etkisi bir hayvanla sınırlı olmuyor canım okuyucu. Kuğu kılığına girerek Leda’yı baştan çıkardı. Boğa kılığına girerek Europa’yı kaçırdı? Geyik oldu, yılan oldu, oldu ha oldu. Bu hayvana dönüşmeler, bir yandan insanların kutlu soyunu yaratırken, diğer yandan coğrafi şekillere, adalara, kıtalara, boğazlara hayat veriyordu. Bunların yanında, ölümde, fallar-büyülerde, çeşitli nedenle metamorfoz geçiren insanların efsanelerinde, kentlerin kuruluşlarını anlatan öykülerde de hayvanların -altı çizilmeden- önemli rolleri işgal ettiğini biliyoruz. Ölünce ağzımızdan çıkan giden ruh (psykhe-kuş) bugün Yakındoğu coğrafyasında hala en naif yaşam-ölüm tabirlerine kaynaklık eder. Mesela geleneksel Türk edebiyatında biri ölürken “kuşça canı” çıkıp gider. Efes kentinin yer seçiminde belirleyici olan domuz ve balık, başka bir söylencede bir turna kuşuna dönüşen Afrikalı pigme gibi ilginç ve ünik öykülerde hayvanlar çaktırmadan bir köşeyi kaparlar. Kuşların uçuşu bile o kadar önemlidir ki, Helen kültüründe bunları gözlemleyen rahipler vardı. Hatta Roma İmparatorluğu’nda bu iş soylu bir unvana dönüşmüştür.

Efendim bu öyküler gördüğünüz üzere saymakla bitmez, hatta bu sayıdaki konumuz hayvanlar olduğu için üzerinde durmadık ama Helen kültürünün doğayı bir bütün olarak gördüğünü, hayvanlar gibi bitkileri de el üstünde tutup, onları da tanrı-tanrıçaların yanına, Pantheonda baş köşeye taşıdığını söylemek yerinde olacaktır. Zeus’un meşesi, Apollon’un defnesi, Demeter’in buğdayı Athena’nın zeytini…

Helen Pantheonu. İllüstrasyon: Batuhan Kındıl, Deniz Oduncu, İrem Karadağ, Lilya Geçalp

En başında dediğimiz gibi kendisi de bir hayvan olan insanın hem diğer hayvanlarla hem de doğayla olan mücadelesinin milyonlarca yıl sonunda gelip durduğu Helen kültürü; hayvanları ve tabii ki bitkileri, insandan alıp tanrı-tanrıçalara vererek insanın dünyadaki yerini ne kadar da güzel tespit etmiş. Bilen, öğreten, üreten ama aynı zamanda da zarar veren canım Egeli atalarımız bu zararın bilincine varınca; kendi benliğinden aynı kendisi gibi görünen ama kendisinden üstün olan tanrıyı yaratmış ve doğanın kıymetlilerini onun ellerine-kontrolüne vererek korumaya çalışmış. İyi de yapmış. Biz bu saatten sonra yaratma kısmında ne yaparız bilemem ama koruma ve birlikte yaşama kısmında binlerce yıl öncesinden daha başarısız olmamalıyız değil mi sevgili okuyucu?

Bir aslan miyav dedi.
Minik fare kükredi.
Fareden korktu kedi.
Kedi pır uçuverdi.

Yalan mı?
Tuhaf mı?
Yoksa inanmadın mı?
Kayahan, 1992

*Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü, Öğr. Gör.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top